Kelimeler ve Dünya
İnsanlar önce
kelimeleri yarattılar sonra kelimeleri birleştirip cümleler kurmaya başladılar.
Kendi yarattıkları veya başkalarının kendileri için söyledikleri cümlelerle
dünyalarını kurup bu kurguladıkları dünyalarında yaşamaya başladılar ve
böylelikle yarattıkları şeylere kendilerini inandırmaya başladılar. İlginç olan
da inandıkları şeylerin hemen hemen hepsini kendileri yarattılar. Gerçek ama
acı olan şey; yaratandan daha çok yaratılana inanmaya başlamış olmalarıdır.
Ağacı fark etmeden meyveyi görürsen, varabileceğin tek yer birkaç tadımlık zevk
ve ihtiras. As olan şey ağacın, meyveyi yaratmasıdır. Sen yaratandan daha çok
yaratılanı güçlendirirsen gün gelir meyvenin emrine girersin. Gerçek olan şey;
meyvenin ağacın bir ürünü olmasıdır. İnsanlar ağaçları bırakıp meyvelere
tapınmaya başladılar, meyveleri baş tacı yaptılar ve üretimden vazgeçtiler.
İşte ne olduysa o saatten sonra olmaya başladı ve tarih o zamandan itibaren
daha farklı yazılmaya başlandı. Nasıl olsa ağaç var biz meyveyi
değerlendirelim dendiği zamandan bu zamana hayli zaman geçti. İnsanlar meyvenin
yaratıcısının ağaç olduğunu unuttu. Bu diyalektik bir süreçse ve sürece yayılan
bileşkeler kümesinin tamamıysa biz ondan uzaklaşalı hayli zaman oldu ki bu
kadar hazırcı ve kendi kendini tüketen bir toplum haline gelebildik.
Acı çekmeyi
ve amansız sığınmayı yarattık, sonra kime sığınacağımızı aradık tarihler boyu.
Kimimiz gökte, kimimiz yerde, kimimiz sonsuzlukta aradı inanmak istediği gücü.
Hepsinin tek bir ortak paydası vardı: ulaşılamayandan medet ummak. Çünkü
“ulaşılamayan şey en güçlüdür” diye beynimize yazılmıştır her zaman.
Ulaşılamayan şey; esrarengiz ve gizemlidir, böyle olunca da esrarengiz ve
gizemli olan her şey daha da güçlü, biz ise o güce muhtaç kişiler olarak ona
inanmaya devam etmiş olduk. İnsanoğlu hep güçlünün yanında olduğundan biz de
güçlü olan şeyi tanrılaştırdık ve onu baş tacı yaptık, kurbanlar verdik,
adaklar adadık. Önce ona sığındık, sonra bizi korumasını istedik, sonra
karşımızdaki kişiye karşı silah olarak kullandık. Yetmedi birbirimize karşı
korku veren ve cezalandıran gaddar biri haline getirdik. Aslında onu bile hep
kendi istek ve arzularımızı başkalarına dayatmak için kullandık. Kendi
yarattığımız gücün başkalarını yönetebilmesi için önce onları inandırdık sonra
kendimizde inanmaya başladık. Korku ve inanç imparatorluklarını kurarak
yürümeye devam ettik. O büyüdükçe biz küçüldük, o güçlendikçe biz zayıfladık
sonra da bir baktık kendi yarattığımız güçten medet umar hale gelmişiz. Gün
oldu korkularımız, gün oldu umutlarımız, gün oldu yaşam kaynağımız oldu. O hep
orada sonsuzlukta ve ulaşılamayacak kadar uzakta ama hep bizi yönetecek ve
izleyecek kadar içimizde oldu. Sorgulamayı çoktan bıraktık. Sorgulamalar onu
yaratan bizi, bize gösterecekti. Biz bunu istemiyorduk. Çünkü o artık
yaratandan daha büyüktü, çünkü o artık farklıydı. O bir enerji, o bir güç, o
bir kudretti. O aslında olmasını istediğimiz ama olamadığımız benliğimizdi.
Çünkü biz doğumdan itibaren şunu öğrendik: insanoğlu güçsüz ve iradesiz. İlk
iradesizliği zaten seks yaparak başlattık ve seksten çıkacak kadar basit, anne
karnında canlıya dönüşmek kadar hayal, doğmak kadar da mucize, sonrası ise emek
ve çile olarak insan yaşamını tasvir edebiliriz. Ama kudret ve güç böyle
değil. O doğurmaz ve doğmaz çünkü o aslında hem var, hem yok. Yani onun güç
kaynağı bizleriz, biz yok olunca o da yok olacak. Yani ağaçtaki elmaları
kopararak seneye elmaların yeniden yetişmesini engelleyemeyiz ama biz her sene
bunun olabileceğine inanarak yaparız sonra da o güce taparız. Aslında ağacı
kesmek hiç aklımıza gelmez veya gelse de cesaret edemeyiz. Çünkü o ağacı
yaratanın o elma olduğuna bir kere inanmışızdır. Daha da ilginci aslında o
elmayı yaratan da biziz. Biz olmasak o ağaçta kuruyup kalacak.
Biz
içimizdeki güce değil dışımızdaki güce inanalı binlerce yıl oldu, artık biz
kendimizi aramıyoruz, biz o gücü arıyoruz.